
Ortadoğu’da Savaş, Kimlik ve Sınıf
Bu dönem kaçınılmaz olarak ulusal ve inançsal baskıya, ataerkiye ve heteroseksizme, çevre katliamlarına ve demokratik hakların gaspına karşı mücadelenin ve proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin de yükselmesine yol açacaktır.
25 Haziran 2025
Sınırları oldukça geniş bir alanı kaplayan Ortadoğu hem coğrafi konumu hem de maddi zenginlikleri nedeni ile emperyalistler arası paylaşım savaşının esas coğrafyalarından birisi olmaya devam ediyor. Yakındoğu, Doğu Akdeniz, Levant, Bereketli Hilal gibi isimlerle de anılan Ortadoğu, zenginlikleri ve konumu sebebi ile ulusal ve inançsal anlamda da geniş bir yelpazeye ev sahipliği yapıyor. “Savaşın hiç bitmediği bir bölge” olarak anılsa da savaş ve barışın gerçek anlamları düşünüldüğünde bu durumun Ortadoğu’ya özgü olmadığı anlaşılacaktır.
Bölge, “popüler” bir deyiş olarak kozmopolit bir yapıya sahip. Bir fetiş nesnesi, egzotik bir meyve, bir film ya da tartışma programı konusu olarak “kültürler mozaiği” olmanın ötesinde bu yapı, kendi içerisinde çeşitli çelişkileri barındırmaktadır. Ortadoğu halklarının sömürülmeye devam etmesinin sorumlusu bu kozmopolit yapısı değildir elbette.
Ortadoğu, emperyalistlerin çeşitli projeler ile sömürülerini sürdürdüğü bir bölgedir ve bunu yaparken de kozmopolit yapının oluşturduğu çelişkileri antagonist bir düzeye çekerek kendi işlerini yürütmektedirler. Bölgede konuşulan diller arasında Rusça, İngilizce ve Fransızca’nın sanılandan daha geniş bir yer tutması bu durumu net biçimde göstermektedir.
Yıllarca Osmanlı devletinin ve bu devlete bağlı çeşitli uluslardan bey ve ağaların zulmüne uğrayan Suriye, Lübnan, Mısır, Irak, Filistin gibi ülkelerin halkları, bu zulmün ardından Fransız ve İngiliz emperyalizminin sömürüsüne maruz kalmış, bu sömürü düzeninden kurtulmak isterken de Rus sosyal emperyalizminin pençesinde “sosyalizm” adı altında sömürülmeye devam etmiştir.
BAAS partilerinin perçinlediği Arap milliyetçiliği, etkilerini bugün hala sürdürmektedir. Aynı süreçte “sosyalizm” adı altında halka dayatılan zulüm, ABD emperyalizminin bölgedeki yeşil kuşak projesini güçlendirmiştir. BAAS partisinin sözde anti-emperyalizmi, ABD’li “Sam Amca”ya kafa tutan marşlar yazarken Rus sosyal emperyalizmine bölgeyi peşkeş çekmiş ve bu da kitlelerde sınıf, sendika, özgürlük gibi olguların yerine aşiret ve hatta köy düzeyinde mikro milliyetçi duyguların gelişmesine sebep olmuştur.
Bölgede sömürü çarkını ele geçiren her gerici güç, girdiği iş birlikleri ile neo-liberalizmin saldırılarının önünü açmış ve sözde “demokrasi” adı altında mikro milliyetçilikler körüklenmiştir. Bir süre sonra ise bir dönemin güçlü devrimci dalgası geriye çekildiğinde boşluğu kökten dinci çetelerin doldurması zor olmamıştır.
Özellikle 2000’lerin başından itibaren bölgede yeni bir yönelime giren ABD emperyalizmi, yükselmekte olan Çin ve Rusya emperyalizmi karşısında konumlanmak için her türlü yöntemi denemiştir. Bir dönem İran’a karşı birlikte savaştığı Saddam Hüseyin’in düşman ilan edilmesi; kendi yarattığı, eğitip donattığı “Taliban çetelerine karşı mücadele”; İran’ın “Direniş Ekseni”ne karşı örgütlediği El-Nusra, El-Emşed gibi çetelerin önce DAİŞ adı altında birleşmesinin ardından ABD’nin diğer emperyalistlerle ortak kurduğu “Koalisyon güçleri”nin bölgedeki etkinlikleri gibi bir dizi gelişmeye şahit olundu.
Bütün bu gelişmeler incelendiğinde ise kökeninde yine ABD emperyalizmi başta olmak üzere diğer emperyalist güçlerin politikalarının ve çekişmelerinin olduğu görülmekteydi. Büyük çekişmelerle sürmekte olan bu süreç, Çin’in Suudi Arabistan ve BAE ile çeşitli anlaşmalar yapması ile başka bir boyuta ulaşmış durumdadır. Ancak ABD emperyalizmin bölgedeki koç başı olan İsrail, hem kendi çıkarları için hem de bölgede güçlenen Rusya-Çin emperyalizmine karşı ABD’nin çıkarlarını koruyabilmek için Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’daki saldırganlığını artırdı ve savaşı bir üst boyuta taşıdı.
Aynı süreçte ABD emperyalizmi, karşısındaymış gibi göründüğü El-Nusra vb. selefi cihatçı çetelerin Türkiye’de eğitilip donatılarak Suriye rejimi üzerine yürümesinin önünü açıyor ve Esad rejimine olası Rusya desteğini engellemek için de Ukrayna’da sürdürdüğü savaşta Rus emperyalizmi ile pazarlıklara girişerek çeşitli anlaşmalar imzalıyordu.
Bu sürecin devamında İsrail’in Suriye’nin içlerine kadar girmesi, Çin-Rusya destekli İran’ın bölgede “saldırmazlık paktı” imzalanmasını istemesi, İsrail tarafından İran’a yönelik saldırganlığın sürdürülmesi birer tesadüf değildi elbette. Siyonist İsrail rejiminin İran’a yönelik başlattığı son saldırı dalgasında da görüldüğü üzere Ortadoğu’da farklı kimlikler birbirlerine karşı kışkırtılmakta ve bu vahşet dahi topluma alkışlatılmaktadır.
İran, Türkiye, Pakistan, Afganistan, Irak gibi ülkeler kendi iç çelişkilerinin de yoğun olduğu ve kitlelerin yoksulluğun ötesinde açlıkla ve katliam saldırılarıyla da yüzyüze kaldığı ülkeler olarak bir kez daha yeniden emperyalist gericiliğin elinde dizayn edilmektedir.
Bu ise bir yandan emperyalist gericiliğin ideolojik tahakkümü ve ulusal ve dinsel çelişkilerin birbirlerine karşı kışkırtılması, diğer yandan ise siyonist İsrail’in başta Gazze olmak bölge halklarına yönelik soykırım ve katliam saldırılarıyla sürdürülmektedir.
Kuşkusuz bu ülkeler içinde bir NATO üyesi olan Türkiye’nin konumu -diğer ülkeler açısından açlık ve yoksulluk oranları değilse bile-, batı emperyalizminin sadık bir müttefiki ve dolayısıyla bölgesel maşası olarak, yılların devlet deneyimi ve ulusal ve sosyal mücadelelere karşı savaş tecrübesi vb. belli bir farklılık arz etmekle birlikte, TC devletini yönetenlerin bölgesel gelişmeleri kendi bekaları açısından bir tehlike olarak gördükleri, “iç cepheyi tahkim stratejisi” politikasıyla anlaşılmaktadır.
Emperyalizm, yalnızca sömürüsü altına almak istediği ülkelerde değil, yarı sömürgesi pozisyonunda olan bu ülkelerdeki işbirlikçi gerici devlet yapılarına karşı da çelişkileri ustaca kullanmaya devam ediyor. Hem devrik diktatör Beşar Esad döneminde Rusya’nın politikaları hem de şimdilik Suriye’de yönetimi elinde bulunduran El Şara döneminde ABD’nin politikaları bunun somut örnekleridir.
“Farklılıklarımızın, ortak olan insanlığımızdan daha önemli olduğunu vazeden kimlik siyasetleri zehri, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için en büyük tehlikedir” diyen ABD Eski Başkanı Bill Clinton, kendi ülkesinde demokratik hakların verilmemesi ve var olanların gasp edilmesi için bin dereden su getirirken başta Latin Amerika ve Ortadoğu olmak üzere kitlelerin farklılıklarının uzlaşmaz ötekilere dönüşmesi için her türlü “fitne” politikasını yürüttü.
Tıpkı kendisinden önce ve sonrakiler gibi bunu “demokrasi” adına savundu ve yaptı.
Bu kadar haklı öfke varken kim bu “ötekiler”
Son yıllarda bir taraftan Ortadoğu nüfusu artarken diğer taraftan çelişkiler de yoğunlaşıyor. Bu nüfusun önemli bir kısmı da emperyalist merkezlere ve dünyanın geri kalanına doğru göçe zorlanıyor. Güney Asya’dan da önemli bir nüfus Suudi Arabistan, BAE ve Körfez ülkeleri gibi Ortadoğu ülkelerine benzer sebeplerle göçüyor. Yaşanan çatışmalar ve işgal saldırıları nedeni ile Suriyeli ve Filistinli kitlelerin çok büyük bir kısmı çadır kentlerde yaşıyor.
Yaşam koşullarının çok ağır olduğu çadır kentler bölgenin normali haline gelmiş durumda.
Ortadoğu’da bu çalkantılar içerisinde sürekli hükümetler devriliyor, iktidarlar değişiyor. Yakında -tanık olacağımızı söylemek bir falcılık olmayacak- yeni devletler ve/veya özerk yönetimler gündemde. Ancak değişmeyen tek bir gerçek var; bütün bunlar emekçi kitlelerin meşru şikayetlerinin üzerinde yükseliyor: işsizlik, açlık, kitlelere yönelik sosyal hizmetlerin olmayışı ve geniş çaplı yolsuzluk. Bunlarla birlikte ulusal ya da inanç temelli zulüm ve katliamlar…
Kökten dinci düşüncelerin emperyalizm desteğiyle yaygınlaşması ile, bir dönemin devrimci rüzgarlarının yarattığı toplumsal ilerleme büyük oranda geriye dönmüş durumda. Kadınlara yönelik saldırılar yalnızca birer propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.
Rojava’da kadınların DAİŞ’e karşı savaşta askeri olarak yer almalarının ardından elde ettikleri kazanımlar, bölgede bir dönem önemli bir etki yaratmış olsa da, bugün bu kazanımlar gözle görülür biçimde geriliyor. İstikrarlı bir yaşamın inşa edilemediği bu coğrafyada, kazanılan haklardan hangi sınıflardan kadınların ne kadar yararlanabildiği ise aşikar.
Bütün Ortadoğu’da LGBTİ+ların varlığı sadece reddedilmekle kalmıyor, LGBTİ+ların katledilmesi normal olarak karşılanıyor. Beşar Esad’ın Alevi olmasına sığınılarak eski bir talan ve katliam siyaseti olan “Alevilerin katli meşrudur” siyaseti izleniyor. Fırsat bulunursa sıranın hızlıca Kürtlere ve Dürzilere geleceği dillendiriliyor. Yalnızca farklı uluslardan ya da inançlardan halklar değil aynı ulustan aşiretlerin arasındaki çelişkiler dahi çok hızlı biçimde antagonist bir hale getirilebiliyor.
Bütün bunların temelinde, yaşamını idame ettirebilmek için “bir ekmek kavgası vermek” zorunda olmak yatıyor elbette. Bu kavganın doğru temelde ve doğru hedefe yönelmediği ve yönelmemesi için de her türlü zihin bulanıklığının yaratıldığı ise bir gerçek olarak orta yerde duruyor.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” parolası bugün “yeni” ve “aşkın” görünen toplumsal ayaklanmaların kökenine işaret etmekle kalmaz; yeni bir şey söylüyormuşçasına mevcut sömürü düzeni içerisinde de her ulus, cinsiyet, inanç, cinsel yönelim vb. için “demokratik bir yaşam”ın mümkün olduğunu iddia eden anlayışların da maskesini düşürür.
Bu “yeni” anlayışların savunucularından birisi olan Negri’ye göre; “çokluğun eylemleri” doğrudan ulus-üstü imparatorluk kurumlarını hedef alır. Öncelikle eylemlerdeki tepkiler, alternatif küreselleşmeci eylemlerde olduğu gibi doğrudan “ulusüstü” kurumlara mı yöneliktir?
Açık ki hayır… Arap İsyanları, birikmiş ekonomik, toplumsal ve politik öfkeyle halkın yıllardır kendilerini yöneten diktatörlere karşı ayaklanması olarak gerçekleşti. Negri’nin çoktan aşıldığını, esamesinin okunmadığını düşündüğü ulus-devlet içinde bir öfke patlamasıydı. Daha sonra Arap dünyasındaki yayılması, onun ulus-üstü değil, uluslararası niteliğine dikkat çeker.
Ama Tunus’ta tepki esas olarak Bin Ali’ye, Mısır’da Hüsnü Mübarek’e, Suriye’de Beşar Esad’a yönelikti. Elbette, bunların uyguladığı IMF, DB işbirliğindeki neo-liberal politikalara karşı birikmiş bir öfke vardı. Bugün Türkiye’de R.T.Erdoğan şahsında biriken öfke gibi…
Açık ki, her ülkede halk esas olarak kendi diktatörünü devirmek üzere harekete geçmiş ve birbirini ateşlemiştir. Negri ve türevlerinin iddia ettiği gibi “ulus-ötesi”, emperyalizm de dahil her türlü sömürgeciliğin bittiği bir imparatorluktaki tepkiler değil, gayet ülke temelli ve giderek uluslararası hale gelen isyanlar olarak ortaya çıktı ve geliştiler.
Bugün Negri ve türevlerinin bir kokteyli olarak, Kürt Ulusal Hareketi’nin önderlerinden Abdullah Öcalan’ın görüşleri de kitlelerin yaşadığı tüm bu çelişkilere ve zenginliğin paylaşımı meselesine “demokratik sosyalizm” teziyle ve “belediyecilik çözümleri” ile yaklaşıyor. Kürt ulusal hareketinin en kitlesel bileşeni olan “Apocu düşüncenin” bütün yapıları ile bu yöne doğru evrilmesi bir tesadüf değil.
Dünya görüşü gereği bütün ezen-ezilen ilişkisini alt-üst ederek ve sınıfların reddine dayanan postmodern bir anlayış vaaz ediliyor. Örneğin bugün Trump’ı ve kararlarını, onun içinde bulunduğu toplumsal koşullar, ABD siyasetinin üzerindeki tekelci sermayenin etkisi ve baskısı olmadan değerlendirmek; savaşı sadece kişisel hırslara indirgemek ya da bu dayanakları göz ardı ederek “savaşçı zihniyet” ile sınırlamak bir analiz değildir.
Ortadoğu’da önemli bir etkisi bulunan milliyetçiliğin bir sınıf ideolojisi ve politikası değil de “elitlere” dışarıdan zerk edilen bir zehir, halkın ise patolojik bir hastalığı olarak görülmesinin gerekçesi, Batı Avrupa ülkelerinin egemen sınıflarının 90’lı yıllarda (sosyalizmden geriye dönüşlerin en somut biçimde görüldüğü ve sosyal emperyalizmin çöküşü yıllarına denk gelir) giderek çok kültürlülüğü ve Avrupa vatandaşlığını, en azından resmi olarak, benimsemeleri, milliyetçiliği eleştiri konusu yapmaları gösterilebilir.
Avrupa’daki egemenliğini pekiştirmek ve -başta ABD karşısında olmak üzere- diğer emperyalistler karşısında güçlü bir emperyalist odak oluşturmak üzere giriştikleri Avrupa Birliği projesinin gereği; Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi bu “çok kültürlülüğü” savunmuştur. Bugün artık “yükselen aşırı sağ” ya da “içe dönme” biçiminde görüldüğü gibi, kendi ülkesinin sermayesinin çıkarları gerektirdiğinde yeniden milliyetçiliği savunmaya da başlar.
Proletaryanın ve ezilen halkların önderi V.İ.Lenin’in sözleriyle ifade edecek olursak; “Kapitalistlerin kitlelerin iradesine barışçıl biçimde boyun eğeceği fikrine inanmak, yalnızca küçük burjuva ahmaklığı değil, aynı zamanda işçileri bile isteye aldatmaktır; kapitalizm altındaki bireysel köleliği cilalayıp gerçeğin üstüne bir örtü çekmektir.”
Barış içinde bir arada yaşamın odak noktası olarak demokrasi deniliyor. Peki bu ne anlama mı geliyor? Devrim ve sınıf mücadelesinin inkarı! Şayet barış içinde bir arada yaşamak, demokrasi anlamına geliyorsa ve “mücadelenin en önemli alanı demokratik alansa”, yani mevcut çelişkilerin nihai çözülüşü demokrasi yoluyla mümkünse, o halde artık proletarya devriminden, sınıf mücadelesinden ve devrimci mücadelenin rolünden de bahsetmeye gerek yoktur.
Bu tür düşüncelerin “ötekine” açık olmakla övünmesine rağmen, karşı çıktığı “totaliter” yönetimlerden çok daha dışlayıcı ve sansürcü olduğu tecrübe edilmektedir. Genelde insan kültüründen söz edilir ama sınıfların konuşulmamasını vaaz eder, kadınların özgürlüğünden bahseder ancak LGBTİ+ların varlığını reddeder, bireyin önemine değinilir ama adalete girilmez, post-kolonyalizm konu edilir ama burjuvazi edilmez. “Bu, tıpkı herhangi bir muhayyel kimlik biçimi gibi, işini görmek için gulyabanilere ve yalancıktan hedeflere ihtiyaç duyan tamamen ortodoks bir heterodoksidir.” (Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları)
Yaşanan tüm saldırılar içinde farklı kimliklerin mücadelelerinin bir nehirde buluşması yerine kendisine “öteki”ler yaratarak bir araya gelmenin önüne geçilmektedir. Bütün bunlar içerisinde Ortadoğu genelinde işçi sınıfı hareketleri ve toplumun ezilen katmanlarının sürdürdükleri mücadeleler devam etmektedir. Türkiye, İran, Cezayir, Mısır, Tunus, Filistin, Lübnan gibi birçok ülke bu açıdan oldukça zengin bir geçmişe ve deneyime sahip.
Sürekli hale getirilen göç olgusu ile toplumsal hafıza büyük oranda dumura uğratılmış olsa da, birkaç yıl önce İran’da patlak veren “Jin, Jîyan, Azadî” eylemleri büyük işçi grevlerini tetiklemişti. Bu durum bir kez daha her şeye rağmen kitlelerin birlikte mücadele etmeye, sınıf mücadelesi içerisinde birbirinden öğrenmeye açık olduğunu ispatlamaktadır.
Postmodern anlayışlar tarafından manipüle edilerek karşı karşıya getirilip çarptırılan iki olgu olan kimlik ve sınıf meselelerinin aslında aynı temele, üretim araçlarının ortak mülkiyetine ve tüketim maddelerinin adil ve özgür paylaşımına dayandığı her defasında gün yüzüne çıkmaktadır.
Devrimci hareketin mevcut durumu ve olasılıklar
Emperyalizmin saldırıları arasında, gerçek ile kurmaca arasındaki sınırın silikleştiği bu zeminde, doğrular yerini sloganlara, düşünce yerini tepkiselliğe bırakmaktadır. Toplumsal vicdanın, adalet duygusunun ve kolektif aklın buharlaştığı bir ortamda, artık kimlikler ilkelerin önüne geçmekte; “bizimkiler” yapınca meşru, “ötekiler” yapınca lanetli bir eylemler hiyerarşisi doğmaktadır.
Emperyalizmin saldırıları, iç çelişkiler ile birleştiğinde politik etik yerini aidiyet psikolojisine bırakmaktadır. Bu bağlamda, “devrimci” kimliğiyle öne çıkanlar çevresinde de gözlenen bazı refleksler, hakikatle kurulan ilişkinin hangi sınıfın ideolojik motivasyonları ile belirlendiğini ortaya koymaktadır.
Her geçen gün daha da agresifleşen emperyalist rekabetin, kaçınılmaz olarak yeni bir paylaşım savaşına gittiği ya da gideceği tespitleri son 30 yıldır yapılıyor. Savaşın patlak verip vermemesinden bağımsız olarak sömürü ve şiddetin boyutları da katmerlenmiş durumdadır.
Özellikle Ortadoğu, Güney Asya, Latin Amerika ve Afrika gibi bölgelerde gerici çeteler milyonlarca insanı en vahşi yöntemlerle katledip köleleri haline getirmiştir. Ruanda, Afganistan, Irak, Filistin, Türkiye ve diğerlerinde yaşanan katliamların esas amacının emperyalistlerin önünün açılması olduğu biliniyor.
Emperyalizme ve işgallere karşı mücadele Ortadoğu’da her zamankinden daha güncel bir hale gelmiştir. Bununla birlikte “kimlik mücadelesi tuzağına düşmemek” adına toplumun farklı katmanlarının -dünyanın ezilen halkları da diyebiliriz- demokratik taleplerini görmezden gelmek ya da en iyi ihtimalle küçümsemek ise yalnızca dünya gericiliğinin ekmeğine yağ sürmek değil ezilenlerin karşısında ezenden taraf almak anlamına gelmektedir.
Mevcut emperyalist saldırılar ve yükselen paylaşım savaşı riski, emperyalist ülkelerin politikalarının bir devamı ve emperyalist döneme özgü bir dizi ilişkinin sonucudur. Bu dönem kaçınılmaz olarak ulusal ve inançsal baskıya, ataerkiye ve heteroseksizme, çevre katliamlarına ve demokratik hakların gaspına karşı mücadelenin ve proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin de yükselmesine yol açacaktır.
Mevcut durum, kaçınılmaz olarak demokratik taleplerle ayaklanmalara, işçi sınıfının burjuvaziyle daha keskin biçimde karşı karşıya gelmesine sebep olacaktır. Nihayetinde her ülkenin devrimci güçlerinin bu çelişkileri kendi ülkelerinin gericilerine ve emperyalizme karşı bir devrimci savaşa dönüştürmesi ve bunun için elzem olan birlikleri örgütlemesi gerekmektedir.