Kapitalizm Yine Mi Öldü(!) Varoufakis’in Tekno-Feodalizmine Karşı Devrimci Bakış

Kapitalizm Yine Mi Öldü(!) Varoufakis’in Tekno-Feodalizmine Karşı Devrimci Bakış

“Tekno-feodalizm” tartışması, kapitalizmin ölmediği gerçeğini gizleyen bir sis perdesidir.

17 Mayıs 2025

Kapitalizmin Sınırları Mı, Yeni Bir Çağ Mı?

Son yıllarda, özellikle dijital teknolojilerin ekonomide ve gündelik yaşamda artan ağırlığıyla birlikte, kapitalizmin klasik analiz kalıplarıyla açıklanamayacağı yönünde birçok tez gündeme geldi. Kimileri, yaşanan dönüşümleri kapitalizmin yeni bir aşaması olarak tanımlarken, kimileri daha da ileri giderek artık “kapitalizm sonrası” bir çağda yaşadığımızı iddia ediyor. Bu tartışmalar içinde son dönemde en çok yankı uyandıran tezlerden biri, Yunan ekonomist ve siyasetçi Yanis Varoufakis’in “tekno-feodalizm” kavramsallaştırması oldu.

Varoufakis’e göre, Amazon, Google, Facebook gibi dijital devlerin yarattığı ekonomik ilişkiler, artık klasik kapitalist piyasa ilişkilerinden çok, feodal dönemdeki “toprak sahipliği ve rant” ilişkilerine benziyor. Bu bağlamda, dijital platformların kullanıcıları üzerinde kurduğu denetim, onların “veri serfleri” haline gelmesi, klasik kapitalist işleyişin ötesine geçilmiş bir yeni tahakküm biçimi olarak görülüyor.

Baştan ifade edelim ki, dijital kapitalizmin elbette ki kendine özgü yeni araçları, mekanizmaları ve kriz biçimleri vardır; ancak bu, onun kapitalist karakterini kaybettiği anlamına gelmez. Aksine, bugün dijital teknolojiler aracılığıyla yaşanan dönüşümler, kapitalizmin kendi iç çelişkilerini yeniden üretmesine olanak tanımaktadır.

“Tekno-feodalizm” söyleminin neden kapitalizmin tarihsel sürekliliğini göz ardı ettiğini, nasıl yanıltıcı bir çözümleme sunduğunu ve sınıf mücadelesinde nasıl yanlış yönlendirmelere kapı araladığını tartışmak önemlidir.

Kapitalizmin tarihsel dinamikleri ve emperyalist çürüme

Kapitalist üretim biçiminin merkezinde, Marx’a göre, özel mülkiyete dayalı üretim araçları ve bu araçların emek süreci üzerindeki denetimi yer alır. Burjuvazi, üretim araçlarının sahibi olarak, üretim sürecinde işçi sınıfının emek gücünü satın alır ve bu emek gücünden “artı-değer” elde eder. Artı-değer, işçinin çalıştığı sürede, kendi yaşamını sürdürebilmesi için gerekli değerden fazlasını üretmesiyle oluşur. Yani kapitalizmin özü, ücretli emeğin sömürüsüdür; bu sömürü doğrudan üretim süreci içinde gerçekleşir ve kapitalist kârın temelini oluşturur.

Bu sömürü biçimi, kapitalizmin tüm tarihsel evrelerinde farklı şekiller almış olsa da, özü itibarıyla değişmemiştir. Kapitalizm yalnızca üretim tekniklerini değil, aynı zamanda sömürünün biçimlerini de dönüştürerek varlığını sürdürmüştür.

  1. yüzyılın sanayi kapitalizmi, ağırlıklı olarak mal üretimi ve sanayi işçiliğine dayanıyordu. Ancak 20. yüzyılla birlikte kapitalist birikim modeli giderek değişti. Reel üretim yatırımlarının yerine, finansal spekülasyon, borçlandırma ve rant ekonomisi öne çıkmaya başladı. Bu dönüşüm, kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı geliştirilen yapay çözümlerden biri olarak belirdi.

Bu süreç, emeğin giderek güvencesizleştiği, esnekleştirildiği ve üretim ilişkilerinin küresel ölçekte yeniden yapılandığı bir dönemi beraberinde getirdi. Artık bir yanda hala artı-değer sömürüsü kaynağından beslenen sermayenin küreselleşmesi söz konusuyken, diğer yanda emek yerel ve dağınık kalıyor; bu durum da kapitalistlerin işçi sınıfı üzerindeki denetimini artırıyordu.

Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde işaret ettiği gibi, kapitalizm belli bir gelişmişlik düzeyinden sonra kaçınılmaz olarak tekelci, asalak ve çürümüş bir niteliğe bürünür. Sermaye, artık ulusal sınırları aşar; büyük sanayi sermayesiyle banka sermayesi iç içe geçer ve finans kapital doğar. Bu aşamada, sermaye ihracı metaların ihracının önüne geçer ve dünya, büyük kapitalist güçler arasında pazar paylaşımı için yeniden dizayn edilir.

Bugünün dünyasında teknoloji şirketleri, tam da bu emperyalist yapının dijital versiyonları olarak işlev görmektedir. Bu platformlar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve politik hegemonya araçlarıdır. Bilgi üretimi, iletişim ve tüketim kanalları, artık birkaç küresel tekelin denetimindedir. Ancak bu durum, kapitalist üretim ilişkilerinin sona erdiği değil, emperyalist kapitalizmin yeni araçlarla derinleştiği anlamına gelir.

Platform ekonomisi: Yeni bir çağ mı, kapitalizmin güncellenmiş hâli mi?

Günümüzde ekonomik etkinliğin önemli bir bölümü artık dijital platformlar üzerinden gerçekleşiyor. Amazon, Google, Uber, Airbnb gibi şirketler, fiziksel üretim araçlarına doğrudan sahip olmadan, üretimi ve tüketimi yönlendiren merkezi yapılar haline geldiler. Bu şirketler, emek sürecine doğrudan katılmıyor gibi görünseler de, aslında emek gücünü örgütleyen, yönlendiren ve sömüren birer “dijital fabrika” olarak işliyorlar. İşçileri doğrudan istihdam ettikleri gibi, bağımsız çalışanları da platformlarına bağımlı hale getirerek “gizli bir ücretli emek ilişkisi” yaratıyorlar. Üstelik bu ilişkiler, kullanıcı verilerinin metalaştırılması ve reklam algoritmaları yoluyla sadece çalışanları değil, tüm platform kullanıcılarını kâr maksimizasyonunun bir parçası haline getiriyor.

Varoufakis ise bu tabloyu farklı bir gözle okuyor. Ona göre, bu yeni üretim ve mülkiyet biçimi artık kapitalist değil, “tekno-feodal” bir niteliğe sahip. Varoufakis, klasik kapitalist piyasalarda üretim araçlarına sahip olan sermayedarların artık yerini, dijital platformların sahibi olan bir tür “teknoloji aristokrasisine” bıraktığını savunuyor. Bu aktörler, mal veya hizmet üretmiyor; yalnızca dijital “arazi”yi (yani platformu) kontrol ederek, onun üzerinden “veri-serflerinden” rant topluyorlar. Kısacası, Varoufakis’e göre bu yeni ilişkiler artık artı-değer değil, dijital rant üzerine kurulu. Ve bu da, kapitalizmin ötesine geçişi: yani dijital feodalizm(!)

Ancak bu tez, ilk bakışta ilgi çekici görünse de, hem teorik açıdan hem de somut işleyiş bakımından ciddi zaaflar içeriyor. Her şeyden önce, Varoufakis’in artı-değer kavrayışı, Marksist bağlamda son derece dar ve indirgemeci. Marx’ın artı-değer kuramı yalnızca fiziksel üretime değil, emeğin her biçimine –hizmet, bilgi, dikkat, duygulanım vb.– uygulanabilir. Dijital platformlarda gerçekleşen değer üretimi, hâlâ sermaye ve emek arasındaki ilişki üzerinden işler. Platformlar, kullanıcıları da metaya dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda çalışanları üzerindeki denetim yoluyla klasik artı-değer sömürüsünü sürdürür.

Dahası, bu platformlar, tipik kapitalist işleyiş biçimlerinin tümünü bünyesinde taşır: Rekabet, tekelleşme, işçi çalıştırma, işgücünün parçalanması, küresel değer zincirleri, finansallaşma, vergi kaçırma, kriz anlarında kamusal kurtarma operasyonları… Bunların hiçbiri, Varoufakis feodalizmini yapısal özellikleriyle açıklanamaz. Aksine bu yapıların emperyalist kapitalizm içindeki yeri, Lenin’in işaret ettiği “çürümüş ve asalak” karakteri tanımlamaktadır. Rantın büyümesi, kapitalizmin yıkıldığına değil, onun artık üretim dışı yollardan da artı-değer devşirme kapasitesine işaret eder.

Varoufakis’in “teknofeodalizm” kavramı, kapitalizmin tarihsel sürekliliğini göz ardı ederek yanıltıcı bir kopuş fantezisine kapı aralar. Oysa gerçeklik, platform ekonomisinin klasik kapitalist mantığın dijital bir evrimi olduğunu; üretim biçiminden mülkiyet ilişkilerine kadar her şeyin, Marx ve Lenin’in tarif ettiği sömürü düzeniyle örtüştüğünü göstermektedir. 

Dijital platformların sermaye hareketi içindeki yeri: Kapitalizmin yeni yüzü

Teknoloji devleri artık sadece teknoloji şirketi değildir; onlar aynı zamanda küresel sermayenin en güçlü taşıyıcıları, yönlendiricileri ve örgütleyicileridir. Apple, Microsoft, Amazon, Google ve Meta gibi şirketler, üretim araçlarına doğrudan sahip olmaksızın üretim ve tüketim süreçlerini kontrol eden bir konumda bulunuyorlar. Bu durum, ilk bakışta klasik kapitalist modelin dışında bir işleyiş gibi sunulabilir. Ancak daha yakından bakıldığında, bu dev platformların kapitalist üretim ilişkilerinin en sofistike, en merkezileşmiş biçimi olduğu görülür.

Bu şirketlerin borsaya açılması ve hisse değerleri üzerinden sermaye birikimi sağlaması, klasik finansal kapitalizmin doğrudan bir uzantısıdır. Örneğin Amazon, yalnızca kârıyla değil, potansiyel gelecek kârlarının sermaye piyasalarındaki beklentisiyle devasa yatırım çekmektedir. Meta (eski adıyla Facebook) gibi şirketler, kullanıcıların sosyal etkileşimlerini veri olarak metalaştırmakla kalmaz; bu verileri işleyerek reklam piyasalarında gerçek bir ekonomik değer üretir. Yani platformlar “üretim dışı” değil; artı-değer üretiminin merkezinde yer almaktadır.

Bu platformların işleyişi sadece dijital değil, fiziksel emek süreçlerine de sıkı sıkıya bağlıdır. Amazon’un devasa lojistik zincirleri ve dağıtım merkezleri, binlerce işçiye insanlık dışı koşullarda çalıştırılarak işletilir. Almanya, ABD, Fransa ve İtalya’daki Amazon işçileri, son yıllarda ücret, iş güvenliği ve sendikal haklar için sık sık greve gittiler. Bu grevler, dijital dünyanın “görünmez” işçilerinin aslında sistemin belkemiği olduğunu apaçık ortaya koyuyor.

Benzer şekilde Uber şoförleri, “bağımsız çalışan” statüsünde gösterilerek işçi haklarından mahrum bırakılıyor. Ancak bu emekçiler, algoritmalar tarafından yönlendirilen, sürekli izlenen ve performansa göre ücretlendirilen bir dijital emek rejimi içinde çalışıyorlar. Uber, bu emekçilerin her seferini veri haline getirip fiyatlama sistemini optimize ediyor; bu da Marx’ın artı-değer kuramının dijital teknoloji ve algoritmalardan faydalanılarak hesaplanmasından başka bir şey değildir.  Yani burada da üretim süreci, artık sadece fabrika duvarları arasında değil, şehir sokaklarına yayılmış ve dijitalleştirilmiş biçimde sürmektedir.

Dahası, bu platformlar piyasa dışlayıcıdır: küçük esnafı, yerel üreticiyi, geleneksel hizmet sağlayıcılarını sistem dışına iter. Amazon’un yayınevleri ve kitapçılar üzerindeki yıkıcı etkisi, Uber’in taksi kooperatiflerini marjinalize etmesi, Airbnb’nin kiralık konut piyasalarını altüst etmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu, kapitalist rekabetin, küçük üreticiye karşı kurumsal tekeller lehine nasıl işlediğinin dijital versiyonudur.

Vergi kaçırma ise bu şirketlerin bir başka “klasik” kapitalist refleksidir. Apple, Google ve Amazon gibi şirketler, İrlanda gibi düşük vergili ülkelerde göstermelik merkezler kurarak milyarlarca dolarlık vergiyi sistem dışına taşımaktadır. Bu durum, Lenin’in emperyalizm analizinde altını çizdiği “çürümüş ve asalak” kapitalizmin günümüzdeki biçimlerinden biridir.

Varoufakis’in bu yapıları “feodal” olarak tanımlamasındaki temel hata, bu mekanizmaların hepsini kapitalist işleyişin dışına koymasıdır. Oysa bu dijital devler, Marx’ın sermaye birikimi yasalarıyla çelişen değil, onları derinleştiren örneklerdir. Rantla değil, sömürüyle; erişimle değil, üretimle; aidiyetle değil, artı-değerle ilgilidirler.

Tekno-Feodalizm safsatası – kapitalizmin direnci – devrimci perspektifin zorunluluğu

Varoufakis’in “tekno-feodalizm” tezi, dijital gelişmişliği yanlış bir tarihsel analojinin içine hapsederek, sistemin özüne dair radikal bir yanılsama yaratıyor. Bu kavramsallaştırma, kapitalizmin krizlerini ve dönüşümlerini “yeni bir çağ” retoriğiyle mistikleştirirken, aslında onun en vahşi biçimde yeniden üretildiği gerçeğini perdeliyor. Oysa dijital platformların yükselişi, kapitalizmin öldüğüne değil, tam tersine Marx’ın “sermayenin organik bileşimindeki değişim” olarak tarif ettiği sürecin güncel tezahürüne işaret ediyor.

Diğer yandan Varoufakis’in feodalizm metaforu, dijital tekellerin gücünü “toprak sahipliği” ve “rant” ile açıklayarak, kapitalizmin temel dinamiklerini görünmez kılıyor. Ancak Google’ın reklam gelirleri, Amazon’un lojistik ağındaki artı-değer sömürüsü veya Uber’in algoritmik ücret köleliği, feodal ilişkilerle değil, tam da Marx’ın Kapital’de çözümlediği “emeğin soyutlanması” ve “metalaşmanın genişleyen çemberi” ile açıklanabilir. Yani dijital alandaki sermaye, üretim ilişkilerini ortadan kaldırmıyor; aksine, emeği daha da atomize ederek sömürüyü küresel ölçekte derinleştiriyor.

Marks’ın kapitalizm, Lenin’in emperyalizm teorisi, bugünün teknoloji Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in bizlere miras bıraktığı analizler, günümüz kapitalizminin doğasını anlamada hala geçerli olup, bunun ötesinde gerçek bir devrimci çözüm arayışı da bu temelleri yıkmakla mümkündür. Meta, Apple veya Microsoft, finans kapitalin dijital çağdaki somutlaşmış halleridir: Küresel pazarı kontrol ederler, devletlerle iç içe geçerler ve nihayetinde kriz anlarında kamu kaynaklarıyla kurtarılırlar. “Dijital feodalizm” masalı, bu tekellerin nasıl olup da klasik kapitalist krizleri (aşırı birikim, kâr oranlarının düşüşü, emek-sermaye çelişkisi) yeniden ürettiğini görmeyi engellemekten öteye geçmez.

 Son Söz

“Tekno-feodalizm” tartışması, kapitalizmin ölmediği gerçeğini gizleyen bir sis perdesidir. Gerçek kopuş, bu sistemi aşacak olan sınıf bilinci ve örgütlü mücadeledir. Dijital çağın diliyle söylersek: Kodları sermaye yazıyorsa, devrimci görev, işletim sisteminin tamamını çökertecek bir virüs olmaktır.