
M. Talat Anıtı ve Soykırımın Güncelliği
“Ermeni Soykırımı’nın bir numaralı sorumlularından olan M.Talat gibi bir suçluyu gururla sahiplenen Ankara Belediye Başkanı’nın Ankara’da Ermenilerin başına neler geldiğini bilmemesine imkan yoktur. Belki de tam da bu nedenle soykırımcı bir katilin anıtını dikmekte ve bununla övünebilmektedir.”
20 Haziran 2025
Türk burjuva siyaset tarihini oluşturan istisnasız bütün burjuva partilerin buluştukları ortak nokta Ermeni düşmanlığıdır. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” düsturu sürekli güncel tutulan “Türk milliyetçiliği”, sistemin temel taşını oluşturmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de yaşayan başta Kürt ulusu olmak üzere, çeşitli milliyetlerden halkı inkar ve reddeden, herkes istisnasız “Türk” olarak kabul edilmektedir. Türk olmayanların memlekette yaşam hakkı yoktur. Memlekette her şey olunabilir ancak Türk dışında başka bir ulus ve milliyetin varlığı kabul edilmez.
Bu amaç doğrultusunda yüzyıldır süren “Türkleştirme” politikaları, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar devam etmektedir. TBMM’de bütün burjuva partiler birbirleri ile kıyasıya çatışırken, hepsinin buluştukları ortak nokta, Türklük kimliğidir. Bu ezen ulus kimliğinin yaratılması da geçmişte Ermeni, Rum ve Süryani Soykırımı olmak üzere, günümüzde de Kürt ulusunun, “öteki” ilan edilerek düşmanlaştırılmasına dayanır. Ezen ulus milliyetçiliği ezen ulusun red, inkar ve imha siyasetinin üzerinden şekillenir.
Geçmişten günümüze Türklük bir ezen ulus kimliği olarak yeniden ve yeniden üretilir. Çünkü ezen ulusun burjuvalarının geçmişte ve günümüzde sınıfsal çıkarlarını korumak ve gerçekleştirmek için ezen ulus imtiyazlarının titizlikle korunmasına ihtiyaç vardır. Ezen ulus imtiyazında en ufak bir esneme ve taviz, hakim sınıfların çıkarlarının bekası sorunu olarak görülür. Bu nedenler geçmişten günümüzde ezen ulus dışındaki bütün ulus ve milliyetlerin reddedilmesi, inkar ve imha edilmesi politikası kıskançlıkla korunur.
Günümüzde güncel bir sorun olarak Kürt ulusunun bir ulus olarak varlığının reddedilmesi ve ulusal haklarının tanınmaması, geçmişte yaşanan Ermeni, Rum ve Süryani Soykırımı’yla yüzleşmek yerine, bu soykırım pratiğinin halen aktif olarak savunulması ve dolayısıyla yeniden üretilmesinde ısrar tam da bu nedenledir. Türk devleti, soykırım temeli üzerine kurulu bir ulus devlettir ve bu ulus devletin yaşaması için soykırım suçu ve pratiği savunulmaya devam etmek mecburiyetindedir. Bunu varlık ve yokluk sorunu olarak görmektedir. Ezen ulus imtiyazı soykırımla, yağma ve çökme politikalarıyla oluşturulmuştur ve tam da bu nedenle “bisikletin sürdürülmesi için sürekli olarak pedal çevrilmesi” gerektiği düşünülür. Soykırım, red, inkar ve imha politikalarında en ufak bir esneme ve taviz politikası “bisikleti pedalının çevrilmemesi” demektir.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde iktidar olan İttihat ve Terakki Partisi (İTP), Ermeni Sorunu’nun dönemin burjuva ve toprak ağalarının çıkarları doğrultusunda “kesin ve nihai” olarak çözmek için ve dolayısıyla sermayenin ilk birikimin sağlamak için yağma ve çökme politikasını devreye sokmuş, “Osmanlı’nın kurtulması” adına Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler soykırıma uğratılmışlardır. Yüzyıl başında Ermeniler anavatanlarında yok edilirken, Osmanlı’nın devamı olarak kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’de bu politikayı devralarak sürdürmüştür.
Eskinin İttihatçıları yeninin Kemalistleri olarak red ve inkar politikaları ısrarla sürdürülmüştür. Eski İttihatçılar yeni Kemalistler olarak birçok Bakanlık, milletvekilliği görevlerinde yer aldılar. Yüzyıllık Cumhuriyet tarihi bu soykırım, red ve imha politikasının sürdürülme tarihidir aynı zamanda. Yüzyıllık zaman dilimi içinde soykırım gerçekliğiyle bırakalım yüzleşmeyi; soykırımı “onlar vurdu, biz de vurduk”, “karşılıklı çatışma”, “biz değil onlar yaptı” gibi açıklamalarla yeniden üretmek bir yana, soykırım suçunu örgütleyen İttihatçı yöneticileri sahiplenme, ailelerine soykırımdan çökülen mallar üzerinden maaş bağlama, bu katillerin isimlerini okullara ve caddelere verip anıtlarını dikerek kanlı geçmişi unutturmaya ve soykırım faillerini överek, “saygın birer devlet adamı” olarak tanıtarak anmaktadırlar.
Mehmet Talat eli kanlı bir katildir!
1915 Ermeni Soykırım mimarı, planlayıcısı, uygulayıcılarından İTP’nin kurucu ve yöneticilerinden, Dahiliye Nazırı, Sadrazam, Posta ve Telgraf Müdürlüğü’ne kadar birçok görevlerde bulunmuş Mehmet Talat, Büyük Felaket’in yöneticisi üç kişiden, (İsmail Enver, Ahmet Cemal) birisidir. Eğer hatırlanacak olunursa Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ, Ermenistan ile Türkiye sınır kapısının adını “Talat Paşa Sınır Kapısı” olarak değiştirilmesi için açıklama yapmıştı. Yine 2023 Ermeni Soykırım Anmalarında, 24 Nisan Günü, Talat-Enver-Bahattin Şakir’in resimlerinin olduğu “Türk Milleti sizden razı, Allah da razı olsun, Yaşasın İttihat ve Terakki” pankartı asılmıştı. Ankara; böylelikle bütün dünyaya, soykırım konusunda “red ve inkar” mesajı vermiş, eli kanlı katilleri bütün dünyanın tepkilerine rağmen sahiplenmişti.
Bugün aynı şekilde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, 30 Mayıs tarihinde Ankara’da Talat Paşa Bulvarı’nda Talat Paşa Anıtı’nın açılışını yaptı. Irkçı-faşist olarak tanınan Mansur Yavaş, Newroz kutlamaları ile Kürt halkının sembollerine karşı da ağır hakaret etmiş ve tepkileri üzerine çekmişti. Bu sefer “Talat Paşa’nın anısını yaşatmak, yurt dışında şehit edilen diplomatları unutmamak, başkent Ankara’nın tarihsel sürekliliğini ve devlet hafızasını yaşatmak için” böyle bir anıt açılış yaptıklarını duyurdu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın CHP olması ve CHP’nin de ırkçı faşist Kemalist ideolojinin temsilcisi olduğu dikkate alındığında, kendisi de “ülkücü bir faşist” olan M.Yavaş’ın bu açıklaması şaşırtıcı değil.
M.Yavaş’ın gururla ve övünerek adına anıt yaptırdığı Mehmet Talat (1874-1921), dönemin Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan Bulgaristan’ın Hasköy kazasında dünyaya geldi. Önce Edirne Posta Telefon-Telgraf idaresinde stajyer olarak devlet memurluğuna başladı. Selanik’te ise aynı görevini yürüterek başmüdürlüğüne kadar yükseldi. Mesleğini, ileride Ermeni Soykırımı’nda kafilelerin yönlendirilmesinde, raporlar alarak, emir-direktifler vererek, haberleşmelerde kullanmak üzere “başarı”yla icra etti. Halen bugün M.Talat’ın tehcir yollarında emirleri ile soykırımı yönlendirdiği telgraflar inkar edilemeyecek şekilde ortadadır. Türk devletinin, Ermeni halkından tüm bu yaşanan Felaket için özür dilenmesi, soykırım ile yüzleşmesi ve tanıması gerekirken, M.Talat adına bir anıt açılması soykırım gerçekliği karşısında nerede durulduğunu sarih biçimde göstermektedir.
ABD’nin Osmanlı Türkiye’sinde görevli Büyükelçisisi Henry Morgenthau hatıralarını anlatırken; “Talat bana meseleyi son derece, etraflıca tartıştıklarını ve sonuçta bağlı kalacakları bir karara ulaştıklarını, dünya tarafından suçlanacakları konusunda Talat’ı ikna etmeye çalışıyordum. Büyük hata yapıyorsun, dedim üç kere tekrarladım… Evet hata olabilir lakin pişman olacağımı zannetmiyorum…” dediğini, “Başka bir deyişle umurunda bile değildi. ‘Ermenilere yönelik tutumunu arkadaşlarına, övünerek anlatırken Abdülhamit’in 30 senede yapamadığını yaptım, Ermeni Meselesini üç ayda hallettim’ diye söylediklerini” aktarmaktadır.
Ermeni Soykırımı’nın planlanması ve uygulanması için gerekçe bulmakta maharetli İttihat ve Terakki yöneticileri, dünya savaşını uygun bir fırsat olarak görmüşler ve “tehcir” kararı almışlardır. Bütün kararların altında imzası olan M.Talat’a ait en açık ifadeyi Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu J.H.Mordtmann aktarır. Mordtmann’ın telgrafında, Talat’ın kendisine “Tehcir”e ilişkin “söz konusu olan Ermenilerin imha edilmesidir” dediğini aktarmaktadır.
1915’te Bahattin Şakir ile birlikte Teşkilat-ı Mahsus-a içerisinde görev yapan Alman subayı Stange, Ermenilere yönelik sürgün ve imhaların savaş nedeniyle ve askeri gerekçelerle yapılmadığını, söz konusu olan şeyin bazı olayların bahane edilmesiyle “uzun zamandan beri düşünülmüş bir planın” hayata geçirilmesi olduğunu yazar; “Sürgün ve İmha kararı, İstanbul’daki Jön-Türk Komitesi’nce alındığını, Erzurum’da Bahattin Şakir ile koordine edildiğini” söyler…
M.Talat, Anadolu’da yerel İTP yöneticilerine suçlarını gizlemek için telgrafların okunduktan sonra imha edilmesini emretmiştir. “Talat Paşa” imzasıyla Emniyet Teşkilatı tarafından bölgelere yollanan şifreli telgraflarda “din değiştiren kafilelere nasıl davranılacağı konusuna” değindikten sonra “telgrafın imhasını” istemiştir. “Bizzat hallolunacaktır” diye Musul ve Der Zor’a yollanan telgraflarda emir ve direktiflerden sonra “telgrafın imhasını” emretmiştir. Bölgelere yollanan telgraflarda yollarda anne ve babasını kaybeden kimsesiz çocukların ileri gelen, haysiyetli kişilere dağıtılmalarını buyurmaktadır. Gereği yapıldıktan sonra ise “iş bu şifrenin lazım gelenlere ihalesinden sonra imhası tamamen tebliğ olunur” gibi emirlerle soykırımı yönetmiştir.
M.Talat ile Diyarbakır Valisi arasında Ermeni halkının zenginliklerinin paylaşımı konusundaki kavga dikkat çekicidir. Konu, Dr.Reşit’in, cinayetler sırasında “merkeze yollayacağım” diyerek el koyduğu Ermenilere ait zenginliklerin akıbetidir. M.Talat resmi bir yazı ile el koyduğu mücevherleri istemiştir. Sürgün ve yollarda Ermenilerin nakit, mücevher ve kıymetli eşyalarını liste yaparak, merkeze bildirilmesini miktarlarıyla talep etmiştir. M.Talat’ı ilgilendiren Ermenilerin imha edilmiş olması değildir. Onların mücevherleri ve paralarıdır. Bu ganimetlerin üzerine konan Dr.Reşit, M.Talat’a hiçbir şey vermemiştir. Ankara’ya Vali olarak atanan Dr.Reşit, M.Talat tarafından sonradan görevinden alınacaktır. Hakkında soruşturma açılması ve görevden alınmasının sebebi Ermenilerin öldürülmesi değil, el koyduğu zenginliklerin paylaşmmasıdır. Çünkü D.Reşit “çöktüğü” bu ganimetlerle, İstanbul’da bir yalı almak istemiş, M.Talat buna engel olmuştur. M.Talat bu olayda Dr.Reşit’i “hırsız” ve “katil” diye suçlamıştır.
Anadolu’da konvoylar halinde “Tehcir” edilen ve yollarda Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından öldürülen, eşyalarına el konulan, yolların ceset tarlaları ile dolu olduğunu gören, misyoner ve konsolos görevlilerinin şikayetleri üzerine M.Talat, önlemlerin alınması için sıkıştırıldı ve uyarıldı.
Amerikan misyoneri Henry Rigs anılarında “Harput’a giderken, yollarda cesetlere rastladığını, yeni kazılmış mezarlardan veya çok dikkatsiz gömülmüş cesetlerden birçok yerin temizlenmiş olduğunun” anlaşıldığını aktardıktan sonra “rastladığı köylülerin kendisine ‘bu yoldan konsoloslar geçecek diyerek’ hükümet görevlilerinin zorla cesetleri toplattırıp yaktırdıklarını” anlatır. “Türk hükümetinin nakledilenleri açlıktan, ölmekten korumak için gerekli önlemleri almadığını, hatta güç durumda olan kadın ve çocuklara yardım yapan teşebbüsleri de reddettiğini” ifade eder.
M.Talat, 29 Ağustos 1915 yılında, Ankara vilayetine gönderdiği telgrafta şöyle demektedir: ”Vilayet-i şarkiyeye aid Ermeni meselesi hallolunmuştur. Fuzuli mezalimle millet ve hükümetin lekedar edilmesine luzum yoktur” diyerek tarihe not düşer ve aynı zamanda da “Vilayet-i Şarkiye”de Ermeni kalmadığı için yeni cinayetlerin işlenmesine gerek kalmadığını itiraf etmiştir. Her türlü uyarı, ikazlara rağmen konsoloslara “sürgün edilmeyeceği” sözü verilmesine rağmen, hiçbir şey değişmemiş olaylar yine devam etmiştir. Nitekim 31 Ağustos 1915 tarihinde, Alman yetkilileri ile görüşen M.Talat, “Ermenilere karşı alınan önlemlerin durdurulduğunu” ifade etmekte ve Ankara vilayetine gönderdiği telgrafın benzer sözleri ile “la question armenienne n’existe plus” (Ermeni sorunu artık mevcut değildir) diyerek, Ermenilerin varlığının artık söz konusu olmadığını tekrarlamaktadır.
Ankara’da Ermeni Soykırımı!
Ermeni Soykırımı’nın bir numaralı sorumlularından olan M.Talat gibi bir suçluyu gururla sahiplenen Ankara Belediye Başkanı’nın Ankara’da Ermenilerin başına neler geldiğini bilmemesine imkan yoktur. Belki de tam da bu nedenle soykırımcı bir katilin anıtını dikmekte ve bununla övünebilmektedir.
Ermeni kırım ve katliamları konusunda yazılı ve sözlü araştırmalar yapan Hrant Dink Vakfı ile Aras Yayıncılık tarafından çıkarılan Simon Arakelyan’ın “Ankara Vukuatı” çalışması, 1915 yılında Ankara’da gerçekleştirilen “Büyük Felaket”i aydınlatmaktadır. 1915 yılında emirlere karşı gelen, katliam ve kırımlara karşı çıkan Konya Valisi Celal Bey, Lice Kaymakamı Hüseyin Naimi, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey… gibi yerel yöneticilerin yanı sıra Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey’de, Talat Paşa’nın emirlerine karşı gelerek istifa etmiştir. Hasan Mazhar Bey’in yerine atanan, Teşkilatı Mahsusa da görevli Atıf Bey’in (Mehmet Atıf Tüzün), M.Talat “Ermenilerin katliam ve imhası için bana emir verdi” sözlerine karşı çıkarak “Hayır, Atıf Bey ben valiyim eşkıya değilim, bunu yapamam. Tahtımdan kalkacağım sen gelip yapabilirsin” diye cevap vermiştir. Ermenilerin adının başına “imhacı” lakabını eklediği bu kişi sonradan 8 dönem milletvekilliği görevinde bulunmuştur. Bu “imhacı”nın adı ise Ankara’da bir semte verilmiştir.
M.Yavaş, “Talat Paşa Anıtı” açılışı yaparken bütün bu tarihsel gerçekleri bilmemesi, “Ankaralı Ermeni hemşerilerinin” soykırıma uğratıldıklarından habersiz olması mümkün değildir. Yine bir Ankara’nın belediye başkanı olarak “Çankaya Köşkü”nün gerçek sahibinin Ermeni Kasapyan ailesi olduğunu acaba Mansur Yavaş bilmiyor mu? Yoksa bildiği halde gerçeği gizliyor mu? Ankara Belediyesi’nin köşkün, Bulgurluzadeler’den satın alınarak, Atatürk’e hediye edildiği yalanına sarılmıştır. Oysa köşkün sahipleri, köşkün satılmadığını köşke el konulduğunu açıklamıştır. 1915 Ağustos ayında Ankara’da bütün Ermeniler gibi, Kasapyanlar da “Tehcir”e uğramış, canlarını zor kurtararak İstanbul’a kaçmışlardır. Köşk sonradan “Envalı Metruke” kayıtlarına, terk edilmiş mallar olarak geçmiştir. Kim malını, mülkünü herhangi bir zorlama olmadan terk eder, bunu adı terk etme değil, gasp etmedir, çökmedir. Gasp ve çökme gerçeği, MGK kararları ile 1924 yılından önceki bütün tapu kayıtlarına ulusal güvenlik gerekçesi ile ulaşılmasının yasaklanmasıyla gizlenmeye çalışılmıştır.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı arifesinde Ankara Sancağı’nda 28.858 kişi yaşamaktadır. Ermeni nüfusun yarısı Ankara Merkez’de ikamet ederdi. 1914 nüfus sayımında 11.646, 1927 ise Ermenilerin sayısı 705’e düştü. Ankara’da Ermeniler, zengin Katolikler, orta halli Katolikler, bir de Istanoz kökenli Gregoryan Ermeniler yaşamakta idi. Ankara Ermenilerinin bir özelliği Ermenice harfli Türkçe kullanır, Türkçe konuşurlardı. Ankara’nın en varlıklı aileleri Katolik Ermenilerden oluşmuştur. Ankara’nın batısında yer alan Istanoz Ermenileri (bugün Sincan’a bağlı Zor Vadisi), Gregoryan (Ortodoks) cemaatini oluşturur, sayıca az ve yoksul idiler. Istanozlu Ermeniler, Ankara keçisinin kılından yapılan kumaşları, halı dokumacılığı, nakış işçiliği, deri boyaması ile tanınmışlardı.
Katolik Ermeni’lerinin bir özelliği Papalık ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun koruması altında olmaları idi. Almanlar, soykırımdan Ankaralı Katolik Ermenilerinin muaf tutulması için defalarca M.Talat ile konuşmalarına rağmen kurtulamamışlardır. Tartışmalarda Katolik Ermenilerin soykırıma uğramadığı konuşulsa da bu gerçek dışıdır. Simon Arakelyan, soluk soluğa başından geçen 122 günde yaşadığı olayları, Der-Zor’a gitmemek için ölümden kaçış öyküsünün canlı tanığıdır. Hepsini hatıralarında yazmıştır.
Ankara’da, Ortodoks Ermenilerinin katledildikleri haberleri gelince korkulu bekleyiş başlar. Arakelyan, Ortodoks Ermenilerinin “kanlı elbiselerini ve parmaklarındaki nişan yüzüklerini katillerin elinde görür” hayattan ümidini keser, ölümünü bekler… Sonradan şehre gelen faillerin anlatımına göre Gicik köyünden gelen Topal Hoca “…Ermenileri itilafa başladık, bir feryat figandır gidiyordu… köylüler gelinceye kadar beş kadar Ermeni öldürdüm… sonradan yoruldum…” diye anlatır. Ölümden kurtulmak isteseler de tüm yollar çeteler tarafından tutulmuştu. Arakelyan din değiştirmesine karşılık eşine: “…eğer selametini Müslüman olmakta görürsen, sen kendi istediğin gibi yapabilirsin…” der. Ancak çocuğu için kararı nettir, “Müslüman olmaya karar verdiğinde bu çocuğu ya Gözönü’ne veya bir kuyuya atacaksın, bunun mesuliyetinden günahından sen hiç korkma…” der… Arakelyan Ankara’yı terk ettikten İstanbul’da “Ankara Yangını” haberini üzüntüyle öğrenir. Hayatının en önemli yıllarının geçtiği, doğup büyüdüğü şehrin 2 gün 3 gece süren yangında yok edildiği haberini alır. Böylelikle Ankara’da tarihi Ermeni hafızasının yok edildiğini belirtir.
“Ankara Yangını” sonrasında dönemin yazarlarından Falih Rıfkı Atay, 1923 yılında Ankara’ya ikinci gelişinde şehri tanıyamamıştır. Tümüyle yok edildiğini görür: “Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik… Bu bir benzetme değil… sahiden yaktılar” diye itiraf etmiştir. “Ankara Yangını”na tanıklık eden ve bunu kayıt altına alan, İttihatçılara muhalifliğiyle tanınan Refik Halit Karay da şöyle demiştir: “Ankara yangınını görmeyenler, Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete o kıyamete akıl erdiremezler…” R.H.Karay, “Ankara Yangını”nı iki bin yıl önce gerçekleşen büyük Roma yangınına benzetmiştir.
İstanbul’da göz altına alınan Ermeni aydın ve yazarlardan Dr.Çilingiryan ve arkadaşları Ankara/Ayaş’a sağ salim ulaştırılacaklarına dair “namus” sözü verilir. Ama, İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından örgütlenen çeteler tarafından tuzağa düşürülerek öldürülürler. Olay yerine giden jandarma ve polis tarafından yapılan soruşturmada Kürt Ali ve arkadaşları tarafından öldürüldükleri ortaya çıkınca katiller tutuklanır. Ankara’da mahkemede yargılanan çete üyeleri, 8 yıl hapis cezasına çarptırılır. Fakat M.Talat, Adalet Bakanlığına telgraf çekerek, bu katillerin serbest kalmalarını sağlar.
1914 yılı ortalarında, 15 yaş üstü Ermeni erkeklerin büyük kısmı askere alınır. Istanozlu Ermeniler, 1915 Nisanı’nda İstanbul’dan Ayaş’a götürülen Ermeni aydınlarından haberdar oldular ve aydınların Ayaş’tan ölüm yolculuğuna çıkarılma anına kadar da onların yiyecek ve eşya ihtiyaçlarını karşıladılar. Ancak, kısa bir süre sonra Istanoz Ermenileri de aynı akıbete uğrayarak tutuklandılar. 1915 Ağustos ayında ise 15 yaşından büyük bütün erkekler, askere çağrılma bahanesiyle kışla bahçesinde toplanarak Ankara’ya doğru yola çıkarıldılar ve Çayaş Bahçesi olarak adlandırılan vadide katledildiler.
Aravod (Sabah) adlı gazetenin 28 Nisan 1919 tarihli sayısında, M. Suryan şu bilgileri aktarır: “Savaş döneminde sürgüne gönderilen Ermenilerin evlerinin bir kısmı yağmalandı, soyuldu. Bir kısmına da İttihatçılar tarafından Arnavut ve az sayıda da olsa Boşnak yerleştirildi ve o tarih itibarı ile Istanoz, adım adım yok olmaya başladı. Yeni gelenler, pek çok evin ahşap sütunlarını, döşeme ve tavan tahtalarını sökerek, yakacak olarak kullandılar. Ormandan odun tedarik etme yerine, ısınmak için bahçelerdeki meyve ağaçlarını, bağlarını kestiler. Ankara’nın bu güzel kasabası, zaman içinde baykuşların yaşam alanına döndü.”
Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da başlayan Divan-ı Harp Yargılamalarında (1919-1921) İttihatçılara karşı “Osmanlının savaşa sokulması, Ermeni katliamlarından ve savaş suçlarından” davalar açıldı. İdam kararları ile yargılandılar. Haklarında tutuklama kararı çıkarılan İttihatçıların elebaşları Talat-Enver-Cemal, Cemal Azmi, Bahattin Şakir, Dr.Nazım gibi “vatanseverler” çareyi yurt dışına kaçmakta buldular. Vatan adına katliam yapanlar, Ermenilerin mallarına ve mülklerine çökenler vatanlarından kaçmakta bir beis görmediler. Alman deniz altısına binerek Berlin’e sığındılar. Almanya’da kendilerini gizleyerek hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. M.Talat, Cafer Sai-Ali Sai takma adlarını, İsmail Enver ise Suavi-Ali ve Abbas kod isimlerini kullandılar. Bir gün Ermeni devrimcilerin “Nemesis Operasyonu”nun bir parçası olarak gelip intikam alacaklarını hesaplayamadılar.
Erzincan katliamlarında bütün ailesini kaybeden Soğomon Tehleryan, “ayıldığında kardeşinin ölüsü üzerinde kendisine geldiğini, bir Kürt ailesinin yardımları ile kurtulduğunu, Rus ordusuna katılarak Ermenistan’a gittiğini”, M. Talat’ı, Berlin’in en işlek caddesinde, Ermeni halkı adına cezalandırdıktan sonra tutuklandığı mahkemede ifadesinde açıklıkla anlatır.
Ermeni devrimci Soğomon Tehleryan bugün adına anıt açılan insanlık düşmanı bir katili devrimci adaletle cezalandırdıktan sonra haklı olarak suçsuz bulunmuş ve iki gün süren mahkemeden sonra serbest bırakılmıştır.
Unutmamak gerekir ki,“Talat oluruz diyenlere karşı Tehleryan oluruz” diyenler mutlaka çıkacaktır.